National Geographic Türkiye - Dosya: En Büyük Yolculuk - Sayı: 59 Mart

Hazırlayan:
Chris Johns / Nesibe Bat
Stok Kodu:
1199138895
Boyut:
18x26
Sayfa Sayısı:
178 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2006
Çeviren:
Gülşah Seral Aksakal; Gül Evrin; Turgut Gürer
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
Kuşe Kağıt
Dili:
Türkçe
0,00
1199138895
524983
National Geographic Türkiye - Dosya: En Büyük Yolculuk - Sayı: 59      Mart
National Geographic Türkiye - Dosya: En Büyük Yolculuk - Sayı: 59 Mart
0.00
İÇİNDEKİLERDEN BAZILARI:
• En Büyük Yolculuk

• Turuncu Devrim

• Kelt Dirilişi

• Kömür

• Etiyopya Kurtları

• Postakodu: Ankara - Nazlı Eray

Fotoğrafçı: Saner Şen

"Akşamüstü güneşi kement gibi gözlerini keser insanın. Gökyüzü mor olur bir ara... Sonra gece İncek'in üstüne kadife bir örtü gibi düşer. Her şeyi kapatır. Düşünürsün. Bir şeyler..." "

Altmışlı yılların ortalarında, ani bir kararla, bir gece zamanı Haydarpaşa Garı'ndan yataklı trene biniyor; Ankara'ya doğru yol alırken birkaç gün sonra İstanbul'a dönebileceğimi düşünüyor, ama gene de, kısa sayılabilecek bir geçmişten bütün bağlarımı kopartmış, okulumdan kaydımı sildirmiş, kitaplarımı, dostlarımı, annemi ve babamı arkada bırakarak, belki de o genç yaşım için çok kararlı bir şekilde yaşamımdaki en keskin virajı dönüyor, kendimin ve bütün yakın çevremin yazgısını tuhaf bir biçimde değiştirecek bir güç ile trenin gece çıkardığı sesleri dinleyerek kompartımanda belki de uyumuyor, geceyi seyrediyordum. Anımsamıyorum şimdi.

Bir hayat yolcusu gibi girmiştim Ankara'ya. O yıllarda yeni yeni gelişiyordu kent.

Anneannemin Yüksel Caddesi'nde, İnkılâp sokağın köşesindeki iki katlı bahçe içindeki evinde, karşıdaki Mimar Kemâl İlkokulu'na bakan oda benimdi artık.

Ankara ile gizlice evlilik masasına oturup, imza attığımın farkında değildim o yıllar. Bambaşka bir dünyayı arkamda bırakmıştım. Geldiğim bu taşramsı, sakin dünya bana bir huzur ve dinginlik vermişti. Yüksel Caddesi, Konur Sokak o zamanlar şimdiki gibi çok canlı ve gençlerin buluşma mekânı değildi henüz. Kitapçılar çok sonraları açılıp, sokaktaki yerlerini aldılar. Konur Sokağın ve Yüksel Caddesi'nin canlanması, şimdiki halini bulması uzun yıllar sonrasına rastlar...

Ankara'nın dondurucu kışına alışmıştım. İçime yün çamaşır giyiyor, günde 6-7 saat kentte yürüyerek, kendime mekân seçmiş olduğum bu yeni dünyayı sokak sokak tanımaya çalışıyordum. Soğuk Ankara geceleri ciğerlerime dolar, yüzüm pespembe dönerdim anneannemin yanına bu yürüyüşlerden sonra.

Kent bir düzene sokmuştu beni. Yazı yazmayı bırakmıştım İstanbul'da. Ankara'ya çırılçıplak, kimliksiz ve geçmişi olmayan bir kişi gibi gelmiştim. Bu hoşuma gidiyordu. Bir devlet dairesine memur olarak girip, çalışmaya başlamış; Sıhhiye'yi, daireye çabuk gidebilmek için keşfettiğim ara yolları öğrenmiştim.

Çok güzeldi Ankara. Rahat bir kentti. Anneannemle oturduğumuz evin büyük bahçesi gibiydi. Ben her gün bu bahçede dolaşıyor ve yeni dünyalar keşfediyordum. Ankara yakalamıştı beni, bir daha hiç bırakmayacağını bilmiyordum. Bozkırın ortasındaki bu kara kuru kent bana aradığım huzuru ve şefkati vermişti. Kolları bir kement gibi sarmıştı beni, artık kaçmak istesem de kurtulamayacaktım ondan.

Ben Ankara'yı bir yazar olarak; şehrin belleğimdeki ve ruhumdaki fotoğraflarını satırlara yansıtarak anlatabilirim ancak. Eski Ankara evleri, karlı geceleri, uzak semtleri, o zamanlar siyah taksileri, Atatürk Bulvarı, çok sevdiğim Kocabeyoğlu Pasajı ve barakalardan kampüse yeni taşınmış olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile Ankara avuçlarımın içindeydi.

Kazanamamıştım girdiğim mimarlık sınavını. Üç puanla kaybetmiştim. Alışamadığım bir şeydi bu, şaşkındım. İstanbul'da terk ettiğim Hukuk Fakültesi'ni birincilikle kazanmıştım oysa. Devlet dairesine memur olarak girince, bürokratik bir çarkın içine dalmış, okulu unutmuştum. Zehir gibi iki dil biliyordum, örgülü saçlı bir çocuktum; devlet dairesindeyken sakin bir görünümüm vardı; müdürlerimin hiçbiri dil bilmediği için benden yararlanamıyorlar ama asi ruhumu, evrak defterlerinin tenekelerinin kestiği parmağımı yalarken bazen dalıp, başka dünyalara gittiğimi hissedebiliyorlardı.

Kendime özgü bir evrak sistemi kurmuştum. Ben olmayınca kimse çözemiyordu benim sıraladığım dosyaların şifresini... Gerektiğinde taksi ile kapıdan alınan bir memur olmuştum. Bürokrasi Ankara'nın vazgeçilmez bir parçasıydı. Ben de onun göbeğindeydim işte.

Henüz başka kentler sızmaya başlamamıştı benim yaşadığım, benim olan Ankara'mın içine, kent ile baş başaydım çoğunluk.

Gaziosmanpaşa'da apartmanlar yeni yeni yapılıyordu. Amerikalılar kenti bir süre sonra terk ettiler, anneannemle Ulus Hali'ne gider, oradaki çiçekçiden küpe çiçeği alırdık kimi zaman... Olaylar birbirini kovalıyor, Ankara beni büsbütün içine hapsediyordu.

Bir gün Demir Dayım'ın mezarını aramak için gittiğim Eski Cebeci Mezarlığı'nda, tuhaf bir biçimde Ankara'nın tarihini yakalamıştım mezar taşlarının üstündeki isimlerden ve tarihlerden.

Sanki şehrin bütün eski sahipleri orada yatıyorlardı, komşuydular birbirleri ile. Eski mezarlıkta bülbüller ötüyor, bir çaresizlik, yokluk ve hüzün bulutu etrafta dolaşıp, duruyordu.

Düğünüm o zamanın en lüks oteli olan Büyük Ankara Oteli'nde yapılmış, ikiz kızlarım eski Gülhane Hastanesi'nde doğmuşlardı. Ben de eski Gülhane'de doğup, bir gece treni ile bebekken İstanbul'a götürülmüştüm. Kaderin tuhaf oyunları süregeliyordu, bir bağırsak düğümlenmesi ile iki buçuk yıl hastane yatağına çakıldığımda gene eski Gülhane'deydim. Yaşamımdan umut kesilmişti. Bağırsak düğümlenmesi geçiren erler peş peşe ölüyorlardı, ama ben kurtulmayı başardım ve hastaneden çıktım.

Yaşamımdaki ikinci büyük virajı dönmüştüm. Kent beni kollarına almış, bir bebeği sallar gibi sallıyordu. İçinde aşklar, tutkular, serüvenler vardı. Tunalı Hilmi Caddesi'nin önemi belirivermişti yaşamımda o yıllar.

Attila İlhan, Tunalı Hilmi'de, Bilgi Yayınevi'nin editörüydü ve ilk kitabımı basmak için bana bir mektup yollamıştı. Attila Abi aşağıda, odasında oturur, biz genç yazarlara dünyayı, edebiyatı, yaşamı anlatırdı.

Ondan sonra da, Kuğulu Park'ı, şık pasajları, dükkânları, pastaneleri ve kitapçıları ile Tunalı Hilmi ruhumdaki haritada önemli bir yer tuttu. İlkbaharda bazı günler tıklım tıklım kalabalık olur, insana yaşadığını hatırlatırdı bu cadde.

Artık yeniden yazmaya başlamıştım. Kitaplarım peşpeşe çıkıyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi beni hiç bırakmadı. Yıllar önce sınavla giremediğim okula, yıllar sonra bir yazar olarak çok sık girdim. Anıları bir kente kanaviçe gibi işlemek... İşte ben yıllar boyu bunu yaptım Ankara'da. Bütün sokaklarını, caddelerini bildiğim bir şehirdi burası. Eskiden Sıhhiye'deki karşılıklı iki çay bahçesini kaldırdılar, yazık oldu. Semaverle çay gelirdi, ıhlamur kokardı bu bahçeler...

İÇİNDEKİLERDEN BAZILARI:
• En Büyük Yolculuk

• Turuncu Devrim

• Kelt Dirilişi

• Kömür

• Etiyopya Kurtları

• Postakodu: Ankara - Nazlı Eray

Fotoğrafçı: Saner Şen

"Akşamüstü güneşi kement gibi gözlerini keser insanın. Gökyüzü mor olur bir ara... Sonra gece İncek'in üstüne kadife bir örtü gibi düşer. Her şeyi kapatır. Düşünürsün. Bir şeyler..." "

Altmışlı yılların ortalarında, ani bir kararla, bir gece zamanı Haydarpaşa Garı'ndan yataklı trene biniyor; Ankara'ya doğru yol alırken birkaç gün sonra İstanbul'a dönebileceğimi düşünüyor, ama gene de, kısa sayılabilecek bir geçmişten bütün bağlarımı kopartmış, okulumdan kaydımı sildirmiş, kitaplarımı, dostlarımı, annemi ve babamı arkada bırakarak, belki de o genç yaşım için çok kararlı bir şekilde yaşamımdaki en keskin virajı dönüyor, kendimin ve bütün yakın çevremin yazgısını tuhaf bir biçimde değiştirecek bir güç ile trenin gece çıkardığı sesleri dinleyerek kompartımanda belki de uyumuyor, geceyi seyrediyordum. Anımsamıyorum şimdi.

Bir hayat yolcusu gibi girmiştim Ankara'ya. O yıllarda yeni yeni gelişiyordu kent.

Anneannemin Yüksel Caddesi'nde, İnkılâp sokağın köşesindeki iki katlı bahçe içindeki evinde, karşıdaki Mimar Kemâl İlkokulu'na bakan oda benimdi artık.

Ankara ile gizlice evlilik masasına oturup, imza attığımın farkında değildim o yıllar. Bambaşka bir dünyayı arkamda bırakmıştım. Geldiğim bu taşramsı, sakin dünya bana bir huzur ve dinginlik vermişti. Yüksel Caddesi, Konur Sokak o zamanlar şimdiki gibi çok canlı ve gençlerin buluşma mekânı değildi henüz. Kitapçılar çok sonraları açılıp, sokaktaki yerlerini aldılar. Konur Sokağın ve Yüksel Caddesi'nin canlanması, şimdiki halini bulması uzun yıllar sonrasına rastlar...

Ankara'nın dondurucu kışına alışmıştım. İçime yün çamaşır giyiyor, günde 6-7 saat kentte yürüyerek, kendime mekân seçmiş olduğum bu yeni dünyayı sokak sokak tanımaya çalışıyordum. Soğuk Ankara geceleri ciğerlerime dolar, yüzüm pespembe dönerdim anneannemin yanına bu yürüyüşlerden sonra.

Kent bir düzene sokmuştu beni. Yazı yazmayı bırakmıştım İstanbul'da. Ankara'ya çırılçıplak, kimliksiz ve geçmişi olmayan bir kişi gibi gelmiştim. Bu hoşuma gidiyordu. Bir devlet dairesine memur olarak girip, çalışmaya başlamış; Sıhhiye'yi, daireye çabuk gidebilmek için keşfettiğim ara yolları öğrenmiştim.

Çok güzeldi Ankara. Rahat bir kentti. Anneannemle oturduğumuz evin büyük bahçesi gibiydi. Ben her gün bu bahçede dolaşıyor ve yeni dünyalar keşfediyordum. Ankara yakalamıştı beni, bir daha hiç bırakmayacağını bilmiyordum. Bozkırın ortasındaki bu kara kuru kent bana aradığım huzuru ve şefkati vermişti. Kolları bir kement gibi sarmıştı beni, artık kaçmak istesem de kurtulamayacaktım ondan.

Ben Ankara'yı bir yazar olarak; şehrin belleğimdeki ve ruhumdaki fotoğraflarını satırlara yansıtarak anlatabilirim ancak. Eski Ankara evleri, karlı geceleri, uzak semtleri, o zamanlar siyah taksileri, Atatürk Bulvarı, çok sevdiğim Kocabeyoğlu Pasajı ve barakalardan kampüse yeni taşınmış olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile Ankara avuçlarımın içindeydi.

Kazanamamıştım girdiğim mimarlık sınavını. Üç puanla kaybetmiştim. Alışamadığım bir şeydi bu, şaşkındım. İstanbul'da terk ettiğim Hukuk Fakültesi'ni birincilikle kazanmıştım oysa. Devlet dairesine memur olarak girince, bürokratik bir çarkın içine dalmış, okulu unutmuştum. Zehir gibi iki dil biliyordum, örgülü saçlı bir çocuktum; devlet dairesindeyken sakin bir görünümüm vardı; müdürlerimin hiçbiri dil bilmediği için benden yararlanamıyorlar ama asi ruhumu, evrak defterlerinin tenekelerinin kestiği parmağımı yalarken bazen dalıp, başka dünyalara gittiğimi hissedebiliyorlardı.

Kendime özgü bir evrak sistemi kurmuştum. Ben olmayınca kimse çözemiyordu benim sıraladığım dosyaların şifresini... Gerektiğinde taksi ile kapıdan alınan bir memur olmuştum. Bürokrasi Ankara'nın vazgeçilmez bir parçasıydı. Ben de onun göbeğindeydim işte.

Henüz başka kentler sızmaya başlamamıştı benim yaşadığım, benim olan Ankara'mın içine, kent ile baş başaydım çoğunluk.

Gaziosmanpaşa'da apartmanlar yeni yeni yapılıyordu. Amerikalılar kenti bir süre sonra terk ettiler, anneannemle Ulus Hali'ne gider, oradaki çiçekçiden küpe çiçeği alırdık kimi zaman... Olaylar birbirini kovalıyor, Ankara beni büsbütün içine hapsediyordu.

Bir gün Demir Dayım'ın mezarını aramak için gittiğim Eski Cebeci Mezarlığı'nda, tuhaf bir biçimde Ankara'nın tarihini yakalamıştım mezar taşlarının üstündeki isimlerden ve tarihlerden.

Sanki şehrin bütün eski sahipleri orada yatıyorlardı, komşuydular birbirleri ile. Eski mezarlıkta bülbüller ötüyor, bir çaresizlik, yokluk ve hüzün bulutu etrafta dolaşıp, duruyordu.

Düğünüm o zamanın en lüks oteli olan Büyük Ankara Oteli'nde yapılmış, ikiz kızlarım eski Gülhane Hastanesi'nde doğmuşlardı. Ben de eski Gülhane'de doğup, bir gece treni ile bebekken İstanbul'a götürülmüştüm. Kaderin tuhaf oyunları süregeliyordu, bir bağırsak düğümlenmesi ile iki buçuk yıl hastane yatağına çakıldığımda gene eski Gülhane'deydim. Yaşamımdan umut kesilmişti. Bağırsak düğümlenmesi geçiren erler peş peşe ölüyorlardı, ama ben kurtulmayı başardım ve hastaneden çıktım.

Yaşamımdaki ikinci büyük virajı dönmüştüm. Kent beni kollarına almış, bir bebeği sallar gibi sallıyordu. İçinde aşklar, tutkular, serüvenler vardı. Tunalı Hilmi Caddesi'nin önemi belirivermişti yaşamımda o yıllar.

Attila İlhan, Tunalı Hilmi'de, Bilgi Yayınevi'nin editörüydü ve ilk kitabımı basmak için bana bir mektup yollamıştı. Attila Abi aşağıda, odasında oturur, biz genç yazarlara dünyayı, edebiyatı, yaşamı anlatırdı.

Ondan sonra da, Kuğulu Park'ı, şık pasajları, dükkânları, pastaneleri ve kitapçıları ile Tunalı Hilmi ruhumdaki haritada önemli bir yer tuttu. İlkbaharda bazı günler tıklım tıklım kalabalık olur, insana yaşadığını hatırlatırdı bu cadde.

Artık yeniden yazmaya başlamıştım. Kitaplarım peşpeşe çıkıyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi beni hiç bırakmadı. Yıllar önce sınavla giremediğim okula, yıllar sonra bir yazar olarak çok sık girdim. Anıları bir kente kanaviçe gibi işlemek... İşte ben yıllar boyu bunu yaptım Ankara'da. Bütün sokaklarını, caddelerini bildiğim bir şehirdi burası. Eskiden Sıhhiye'deki karşılıklı iki çay bahçesini kaldırdılar, yazık oldu. Semaverle çay gelirdi, ıhlamur kokardı bu bahçeler...

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat