#smrgSAHAF Dekorlar Kaldı Geride -

Stok Kodu:
1199102659
Boyut:
14x20
Sayfa Sayısı:
190 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2008
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
0,00
1199102659
488452
Dekorlar Kaldı Geride -
Dekorlar Kaldı Geride - #smrgSAHAF
0.00
Aragon, her okuyuşta beni etkileyen bir şiirinde “De tant d'atroces trahisons/ il n'est resté” que les décors” diyor. “Bunca acımasız ihanetten, sadece dekorlar kaldı geriye”. Her yaşanan ihanetin geçtiği mekân (dekorlar) ayrıdır. Bir meslek arkadaşınızdan beklenmedik bir ihanet görmüşsünüzdür, dekorlar Beyazıt, Üniversite binası ve onun mermer sütunları olabilir. Başka bir acı olayın dekorları, Çemberlitaş, Divanyolu veya Sultan Mahmut türbesi manzarası olabilir. Sadece ihanetler değil, güzel hatıralardan, mutlu eden olaylardan da dekorlar kalıyor geriye.

Teşvikiye Camii avlusu, Şişli Camii avlusu, Levent Camii avlusu... Cami avlularından, sevilenler uğurlanıyor. Onlar beyin hücrelerine kazılmış mutlulukları, ihanetleri ve onların dekorlarının hayallerini, toprak altına taşıyorlar. Bizim uğurlanmamızla, bizim âlemimiz toprak altına girecek.

Dekorlar yeryüzünde kalıyor. Bir müddet sonra onlar da kalmıyor. Nazım Hikmet'in “Su başında durmuşuz” diye başlayan şiiri, dekorların da ölümlü olacağının bir hikâyesidir. Beyazıt Meydanı yoğun olarak ihanetlerin ve mutlulukların sinmiş olduğu bir dekorlar topluluğudur veya “dekordur”.

Sultanahmet Meydanı da öyle. Küçük, kişisel mutluluklara veya ayrılıklara, ihanetlere dekor görevi yapmış pastahaneler, kafeteryalar, sinema salonları vardır. Bazan bu çaptaki dekorlar gidiyor. Biz geride kalıyoruz. Pangaltı'daki Haylayf pastahanesi gibi... Şimdi yerinde Ramada Oteli var. Otelin pastahanesinde kahve içen bir gence “evladım, burada bir zamanlar Haylayf (High life) Pastahanesi vardı” dersem, muhatabım beni öteki dünyadan gelen bir ziyaretçi gibi görecek ve rahatı kaçacak.

Şu halde eski dekorlardan bahsetmemeliyim. Beynimin kompakt diski geri dönüşüm çukuruna tevdi edilinceye kadar, beynimin “player”inde bu dekorları canlandırarak, sadece kendim seyretmeliyim. Aragon, aynı şiirde diyor ki “bütün içkiler, giderek tatlanır, bütün gözyaşları buharlaşır, hummalardan ve tekrar sağlığa kavuşmalardan da, sadece dekorlar kaldı geriye”. Aragon devam ediyor “Kalbimiz, bu elimizle parçaladığımız ekmek, bu kuşların gagaladığı”. Evet, kimse sapasağlam Halk Ekmek fabrikasından yeni alınmış gibi selofana sarılı bir yürek ile ölmüyor. Gagalanmış veya hançer sokulmuş yüreklerle ölüyoruz. Bundan yakınmayalım. Kim taze ekmek gibi bir yürekle öldü ki? Hazret-i İsa'nın yüreğine, gördüğü ihanetin hançeri saplanmıştı. Hazret-i Ali, Hazret-i Hüseyin nasıl öldüler? Ulu kişileri, din büyüklerini bırakalım? Cumhurbaşkanları, Profesörler, Otopark kâhyaları arasında taze ekmek gibi bir yürekle ölen kim? “Küllü men aleyhâ fan” bu Kuran bildirisi, her yerden, her gün tekrarlanıyor. Bazılarımızın kulaklarına şık ve estetik pamuklar tıkalı, bazılarımızın kulaklarında pis paçavralar.

Arasıra bunlardan kurtulduğumuz, bu bildiriye kulak verdiğimiz de oluyor. Keşki bu anlar uzun sürseydi. Uzun sürmüyor ne yazık ki? Bir gençlik şiirimde (münacat) “Neyi değiştirir ki üzüntümüz” demiştim. Fakat bir teselli var yine de. Allah'tan ceza da gelse, bu da, O büyük teselli kaynağının varlığı sâyesinde geliyor. O olmasaydı, ceza görebilir miydik? Sûfilerin “lütfun da hoş, kahrın da hoş” sözü bunu demek istiyor. Ben de demiştim ki “Senden bir ses gelecekse eğer/ Ne soracaksa sorsun melekler/ Bu gürültülü sessizlikten/ Öte tarafta çektiğimiz yeter.”

30-35 yaşları arasındaydım. Dünya gürültülü, gökler sessiz geliyordu bana. Öteki dünyaya giden kişi, Münkir ile Nekir'in sorgulama ziyaretinden sevinç duymalıydı. Çünkü Tanrı'dan hiç selâm alamadığı Dünya hayatından sonraki ilk gecesinde, O'nun var olduğunu kanıtlayan iki melekle karşılaşıyordu. Azarlanma ve ceza korkusu önemli değildi. Tanrı'dan gelen selâm, yeter mutlulukta ve o şahıs kıyametten önce de, bu selâm ile kendini cennette hissedebilirdi. (Kitaptan)

Aragon, her okuyuşta beni etkileyen bir şiirinde “De tant d'atroces trahisons/ il n'est resté” que les décors” diyor. “Bunca acımasız ihanetten, sadece dekorlar kaldı geriye”. Her yaşanan ihanetin geçtiği mekân (dekorlar) ayrıdır. Bir meslek arkadaşınızdan beklenmedik bir ihanet görmüşsünüzdür, dekorlar Beyazıt, Üniversite binası ve onun mermer sütunları olabilir. Başka bir acı olayın dekorları, Çemberlitaş, Divanyolu veya Sultan Mahmut türbesi manzarası olabilir. Sadece ihanetler değil, güzel hatıralardan, mutlu eden olaylardan da dekorlar kalıyor geriye.

Teşvikiye Camii avlusu, Şişli Camii avlusu, Levent Camii avlusu... Cami avlularından, sevilenler uğurlanıyor. Onlar beyin hücrelerine kazılmış mutlulukları, ihanetleri ve onların dekorlarının hayallerini, toprak altına taşıyorlar. Bizim uğurlanmamızla, bizim âlemimiz toprak altına girecek.

Dekorlar yeryüzünde kalıyor. Bir müddet sonra onlar da kalmıyor. Nazım Hikmet'in “Su başında durmuşuz” diye başlayan şiiri, dekorların da ölümlü olacağının bir hikâyesidir. Beyazıt Meydanı yoğun olarak ihanetlerin ve mutlulukların sinmiş olduğu bir dekorlar topluluğudur veya “dekordur”.

Sultanahmet Meydanı da öyle. Küçük, kişisel mutluluklara veya ayrılıklara, ihanetlere dekor görevi yapmış pastahaneler, kafeteryalar, sinema salonları vardır. Bazan bu çaptaki dekorlar gidiyor. Biz geride kalıyoruz. Pangaltı'daki Haylayf pastahanesi gibi... Şimdi yerinde Ramada Oteli var. Otelin pastahanesinde kahve içen bir gence “evladım, burada bir zamanlar Haylayf (High life) Pastahanesi vardı” dersem, muhatabım beni öteki dünyadan gelen bir ziyaretçi gibi görecek ve rahatı kaçacak.

Şu halde eski dekorlardan bahsetmemeliyim. Beynimin kompakt diski geri dönüşüm çukuruna tevdi edilinceye kadar, beynimin “player”inde bu dekorları canlandırarak, sadece kendim seyretmeliyim. Aragon, aynı şiirde diyor ki “bütün içkiler, giderek tatlanır, bütün gözyaşları buharlaşır, hummalardan ve tekrar sağlığa kavuşmalardan da, sadece dekorlar kaldı geriye”. Aragon devam ediyor “Kalbimiz, bu elimizle parçaladığımız ekmek, bu kuşların gagaladığı”. Evet, kimse sapasağlam Halk Ekmek fabrikasından yeni alınmış gibi selofana sarılı bir yürek ile ölmüyor. Gagalanmış veya hançer sokulmuş yüreklerle ölüyoruz. Bundan yakınmayalım. Kim taze ekmek gibi bir yürekle öldü ki? Hazret-i İsa'nın yüreğine, gördüğü ihanetin hançeri saplanmıştı. Hazret-i Ali, Hazret-i Hüseyin nasıl öldüler? Ulu kişileri, din büyüklerini bırakalım? Cumhurbaşkanları, Profesörler, Otopark kâhyaları arasında taze ekmek gibi bir yürekle ölen kim? “Küllü men aleyhâ fan” bu Kuran bildirisi, her yerden, her gün tekrarlanıyor. Bazılarımızın kulaklarına şık ve estetik pamuklar tıkalı, bazılarımızın kulaklarında pis paçavralar.

Arasıra bunlardan kurtulduğumuz, bu bildiriye kulak verdiğimiz de oluyor. Keşki bu anlar uzun sürseydi. Uzun sürmüyor ne yazık ki? Bir gençlik şiirimde (münacat) “Neyi değiştirir ki üzüntümüz” demiştim. Fakat bir teselli var yine de. Allah'tan ceza da gelse, bu da, O büyük teselli kaynağının varlığı sâyesinde geliyor. O olmasaydı, ceza görebilir miydik? Sûfilerin “lütfun da hoş, kahrın da hoş” sözü bunu demek istiyor. Ben de demiştim ki “Senden bir ses gelecekse eğer/ Ne soracaksa sorsun melekler/ Bu gürültülü sessizlikten/ Öte tarafta çektiğimiz yeter.”

30-35 yaşları arasındaydım. Dünya gürültülü, gökler sessiz geliyordu bana. Öteki dünyaya giden kişi, Münkir ile Nekir'in sorgulama ziyaretinden sevinç duymalıydı. Çünkü Tanrı'dan hiç selâm alamadığı Dünya hayatından sonraki ilk gecesinde, O'nun var olduğunu kanıtlayan iki melekle karşılaşıyordu. Azarlanma ve ceza korkusu önemli değildi. Tanrı'dan gelen selâm, yeter mutlulukta ve o şahıs kıyametten önce de, bu selâm ile kendini cennette hissedebilirdi. (Kitaptan)

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat