#smrgSAHAF Vâhib-i Ümmî'den Niyâzî-i Mısrî'ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım -

Stok Kodu:
1199144615
Boyut:
14x20
Sayfa Sayısı:
420 s.
Basım Yeri:
Van
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2005
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
Din
0,00
1199144615
530785
Vâhib-i Ümmî'den Niyâzî-i Mısrî'ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım -
Vâhib-i Ümmî'den Niyâzî-i Mısrî'ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım - #smrgSAHAF
0.00
Leylek bina yapmağa, cem eymeşi çamırı
Durna düzer kabaktan, hammamcılık zamiri

Kartal kadılık almış, saksağan muhzır olmuş
Kurbağa yeşil giymiş, eydür benem emiri

Kuzgun karpuz eylemiş, bir ardıcın başına
Çıkmış bir su boğası, uğurlayıp kemiri

Derdik kavak yaprağın, kaftan edip giymeğe
Sırtında kara keçe, kürk giyersin samırı

Un yoğurdun samradan, etmek edip satmağa
Key sakın, ekşitirsin, gafil olma hamırı

Kuyumcusun kalpazan, usta görsün iş bozan
Altun gümüş satarsın, bakır ile demiri

Ümmi Sinan bu sözün, manasını anlayan
İbrahim'in putunu bulsa, yıkar yemiri

(Elmalılı Yusuf Sinan-ı Ümmi)

---------------

Yûnus Emre, “Çıktım erik dalına, yedim onda üzümü / Bostan ıssı kakıyıp, der, ne yersin kozumu?” beytiyle başlayan meşhur muammâsını çattığında, kendinden sonra gelecek nesillerin, bu onüç beyitlik şiirine ve aynı türden diğer manzûmelerine ne çeşit yorumlar getireceğini belki de hiç tahmin edemezdi. Kimbilir, belki de onun bu tür şiirlerinde kastettiği anlamlar, şârihlerin açıklamalarından çok daha farklıydı. Ama şurası muhakkak ki, özellikle Hz. Yûnus ve onun tâkipçileri, bu yola bilinçli olarak başvurmuşlardı ve bu anlatım tarzının ne denli düşünce ve mânâ zenginliklerine yol açacağını kendileri de çok iyi biliyordu.

Mecaz, istiâre, teşbih, kıyâs, mesel, kinâye gibi edebî söz sanatları ile amblem, sembolik imgelem gibi anlatım ögelerini bünyesinde barındıran metafor kavramı, daha çok şiir (poetik) ve belâgat (retorik) alanlarında kullanılan edebî bir sanat olarak görülmesine karşın, başka sahalarda, özellikle de felsefe ve düşünce alanında kendisine sıkça başvurulan bir anlatım biçimi olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Tarih boyunca eski kültür ve medeniyetlerin sıkça kullan-dıkları metaforik dil, İslâm düşüncesinde de kendine ayrı bir yer edinmiştir. Metaforlara Kur'an ve hadislerde rastlandığı gibi, sistemlerini bu iki ana kaynaktan aldıkları ilhamla geliştirip şekil-lendiren müslüman filozoflar ve mutasavvıflar da metaforik anla-tım yoluna başvurmuşlar ve bu türün zengin örneklerini sunmuş-lardır. Ne var ki, tasavvufî düşünce sistemi içinde tuttuğu yer ve taşıdığı öneme rağmen metaforik anlatım, günümüz tasavvuf araştırmalarına yeterince konu olabilmeyi henüz başarabilmiş değildir.

İşte, bu eksikliği bir nebze gidermek yolunda atılmış küçük bir adım olmak üzere hazırladığımız bu çalışmamızda da görüldüğü üzere, sûfîler, görünmeyen (bâtın / iç / mânevî) âleme âit konuları, fizikî dünyâda kolaylıkla görüp bilebileceğimiz ve algılayabile-ceğimiz nesnelerle ifâde etme yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla onların kullandıkları metaforları anlayıp çözümleyebilmek için, bunun tam tersi bir yol izlemek; görünür (dış / zâhir) dünyâdan hareket ederek bunları görünmeyen (iç / bâtın) â-leme, insanın gönül dünyâsına uyarlayarak anlamaya çalışmak gerekmektedir. Aksi takdirde, bütün bir tasavvuf ve bu dili kullanan mutasavvıflar, ya hiç anlaşılamayacaklardır ya da yanlış anlaşılacaklardır.

Kanâatimizce tasavvufa ve çoğu sûfîye yönelik sataşma-ların temelinde de bu durum yatmaktadır. Örneğin, meyhâne-nin içki satılan köşe başındaki dükkân değil de Allah aşkının alınıp verildiği ve nûş edildiği ârifin / âşıkın gönlü olduğunu; Sâkî'nin meyhâneci değil de ilâhî aşkı sunan Cenâb-ı Hak veya mürşid-i kâmil olduğunu; şarâbın meyhânede satılan içki değil de ilâhî aşk olduğunu; kısacası kadehi, şarâbı, bâdeyi, cür‘ayı kav-rayamayan, aşk hastalığını metabolizmayla ilgili biyolojik bir hastalık sanan mârifet ve hikmetten habersiz kimse, elbette zâhir gözüyle baktığı mutasavvıfı yerden yere vuracaktır; hattâ netîcede onun ne sûfîliği kalacaktır, ne de müslümanlığı.

Bu durum, bâzı şâirlerde de görüldüğü üzere, kullanılan metaforlardaki tasavvufî anlam örgüsünün ıskalanarak, bir semantik atlamayla, şiirin “işâret” etmek istediği hedefin ta-mâmen şaşırılması sonucunu da doğurabilmektedir. Bu tür örneklerde, kullanılan metafizik ve tasavvufî metaforların mâ-nâlarının, tamâmıyla cismânîlik boyutlarına indirgenerek anla-şılmaya çalışıldığı görülmektedir. Esâsen bütün bir tasavvuf edebiyâtı ve düşüncesi, anlamı bu tür farklı yerlere taşıma te-şebbüslerinden târihte çok çekmiş ve hâlen de çekmektedir. Metaforik / sembolik anlatımdaki bu hassas kayma noktasını iyi bilen sûfî şâirler, metafizik bir referans taşımayan şiiri, içi boş bir söz yığını olarak değerlendirmişlerdir. Yâr, sevgili, dilber, zülf, içki, kadeh, dudak vb. metaforlarla dolu bir şiirdeki bu gibi sembollerin karşılıklarını hep cismânî âlemde arayanlar, dünyâları çok sığ olan ham şâirler olarak nitelendirilmişlerdir. Yâni Niyâzî-i Mısrî'nin: “Bu fenâ gülzârına tâlib olanlar anlamaz / Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” (N. 179/2) demesi boşuna değildir.

İşte tam da bu noktada, tasavvuf erbâbının kendilerine has bu metaforik dili kullanmalarının temelinde yatan ana sebeplerden biri ortaya çıkmış oluyor: Gerçekten çok değerli olan mânevî bilgileri, ehil olmayan câhil cühelâdan saklayarak yüce hakîkatlerin zâyi edilmesini engelleme ve bu tür kimsele-rin sataşmalarından, hattâ zulümlerinden emin olma kaygısı. Ayrıca sırrı ifşâ etme endişesi ve sûfîlerin, mânevî tecrübe yoluyla elde ettikleri yüksek irfânî hakîkatleri ifâde etmek için başka bir yol bulamamaları da bu tür bir anlatımda etkili olmuştur. Bâzen de vecd ve istiğrak hâlinin sarhoş edici etkisi altında kalan sûfî, farkında olmaksızın ya da kendini tutamayarak böyle ifâdelere başvurmuştur.

Mutasavvıfın yaşadığı rûhî ve mânevî halleri yansıtan birer araç konumundaki metaforların çözümlenmesi, esâsında sâdece onun hayâl ve bilgi dünyâsını yansıtması açısından değil, eşyâ ve insanla ilgili değerleri nasıl algıladığını göster-mesi bakımından da önemlidir. Konumuz olan dört sûfî şâir de kendi gönül dünyâlarını, görüp tanıdıkları insan tiplerini, Cenâb-ı Hakk'a âit yüce hakîkatleri ifâde etmek için hep yaşa-dıkları coğrafyada, mekânda, çevrede yer alan ve herkesin zihninde kolayca yer edebilecek ve anlaşılabilecek olan nesnel objeleri kullanmışlardır. Bu, yerine göre bir taş, dağ, bitki veya hayvan olmuştur; yerine göre bir göl, çay, ırmak, deniz veyâhut da güneş, ay, yıldız ya da bir eşyâ.

Çoğu sûfî ekol, şâir ve düşünürde olduğu gibi, söz konu-su dört mutasavvıfın Dîvan'larında da, anlamları daha önceden teşekkül etmiş bâzı mânevî semboller kullanıldığı görülmekte-dir. Yâni birinin açmadığı bir anlamı diğeri açıklamış ve böyle-ce birbirini tamamlayan bir metaforik anlamlar zinciri ortaya çıkmıştır. Böylece, metaforik anlatım bakımından Yûnus Emre çizgisi, bu dört sûfî şâir elinde daha da gelişip şekillenmiş, tekâmül etmiştir. Bu duruma, Vâhib-i Ümmî, Yûnus'un nûr-ı Muhammedî'yi ifâde etmek için kullandığı ve benzer bir üslûpla ele alıp yorumladığı nur dağı metaforu örnek verilebilir.

Leylek bina yapmağa, cem eymeşi çamırı
Durna düzer kabaktan, hammamcılık zamiri

Kartal kadılık almış, saksağan muhzır olmuş
Kurbağa yeşil giymiş, eydür benem emiri

Kuzgun karpuz eylemiş, bir ardıcın başına
Çıkmış bir su boğası, uğurlayıp kemiri

Derdik kavak yaprağın, kaftan edip giymeğe
Sırtında kara keçe, kürk giyersin samırı

Un yoğurdun samradan, etmek edip satmağa
Key sakın, ekşitirsin, gafil olma hamırı

Kuyumcusun kalpazan, usta görsün iş bozan
Altun gümüş satarsın, bakır ile demiri

Ümmi Sinan bu sözün, manasını anlayan
İbrahim'in putunu bulsa, yıkar yemiri

(Elmalılı Yusuf Sinan-ı Ümmi)

---------------

Yûnus Emre, “Çıktım erik dalına, yedim onda üzümü / Bostan ıssı kakıyıp, der, ne yersin kozumu?” beytiyle başlayan meşhur muammâsını çattığında, kendinden sonra gelecek nesillerin, bu onüç beyitlik şiirine ve aynı türden diğer manzûmelerine ne çeşit yorumlar getireceğini belki de hiç tahmin edemezdi. Kimbilir, belki de onun bu tür şiirlerinde kastettiği anlamlar, şârihlerin açıklamalarından çok daha farklıydı. Ama şurası muhakkak ki, özellikle Hz. Yûnus ve onun tâkipçileri, bu yola bilinçli olarak başvurmuşlardı ve bu anlatım tarzının ne denli düşünce ve mânâ zenginliklerine yol açacağını kendileri de çok iyi biliyordu.

Mecaz, istiâre, teşbih, kıyâs, mesel, kinâye gibi edebî söz sanatları ile amblem, sembolik imgelem gibi anlatım ögelerini bünyesinde barındıran metafor kavramı, daha çok şiir (poetik) ve belâgat (retorik) alanlarında kullanılan edebî bir sanat olarak görülmesine karşın, başka sahalarda, özellikle de felsefe ve düşünce alanında kendisine sıkça başvurulan bir anlatım biçimi olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Tarih boyunca eski kültür ve medeniyetlerin sıkça kullan-dıkları metaforik dil, İslâm düşüncesinde de kendine ayrı bir yer edinmiştir. Metaforlara Kur'an ve hadislerde rastlandığı gibi, sistemlerini bu iki ana kaynaktan aldıkları ilhamla geliştirip şekil-lendiren müslüman filozoflar ve mutasavvıflar da metaforik anla-tım yoluna başvurmuşlar ve bu türün zengin örneklerini sunmuş-lardır. Ne var ki, tasavvufî düşünce sistemi içinde tuttuğu yer ve taşıdığı öneme rağmen metaforik anlatım, günümüz tasavvuf araştırmalarına yeterince konu olabilmeyi henüz başarabilmiş değildir.

İşte, bu eksikliği bir nebze gidermek yolunda atılmış küçük bir adım olmak üzere hazırladığımız bu çalışmamızda da görüldüğü üzere, sûfîler, görünmeyen (bâtın / iç / mânevî) âleme âit konuları, fizikî dünyâda kolaylıkla görüp bilebileceğimiz ve algılayabile-ceğimiz nesnelerle ifâde etme yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla onların kullandıkları metaforları anlayıp çözümleyebilmek için, bunun tam tersi bir yol izlemek; görünür (dış / zâhir) dünyâdan hareket ederek bunları görünmeyen (iç / bâtın) â-leme, insanın gönül dünyâsına uyarlayarak anlamaya çalışmak gerekmektedir. Aksi takdirde, bütün bir tasavvuf ve bu dili kullanan mutasavvıflar, ya hiç anlaşılamayacaklardır ya da yanlış anlaşılacaklardır.

Kanâatimizce tasavvufa ve çoğu sûfîye yönelik sataşma-ların temelinde de bu durum yatmaktadır. Örneğin, meyhâne-nin içki satılan köşe başındaki dükkân değil de Allah aşkının alınıp verildiği ve nûş edildiği ârifin / âşıkın gönlü olduğunu; Sâkî'nin meyhâneci değil de ilâhî aşkı sunan Cenâb-ı Hak veya mürşid-i kâmil olduğunu; şarâbın meyhânede satılan içki değil de ilâhî aşk olduğunu; kısacası kadehi, şarâbı, bâdeyi, cür‘ayı kav-rayamayan, aşk hastalığını metabolizmayla ilgili biyolojik bir hastalık sanan mârifet ve hikmetten habersiz kimse, elbette zâhir gözüyle baktığı mutasavvıfı yerden yere vuracaktır; hattâ netîcede onun ne sûfîliği kalacaktır, ne de müslümanlığı.

Bu durum, bâzı şâirlerde de görüldüğü üzere, kullanılan metaforlardaki tasavvufî anlam örgüsünün ıskalanarak, bir semantik atlamayla, şiirin “işâret” etmek istediği hedefin ta-mâmen şaşırılması sonucunu da doğurabilmektedir. Bu tür örneklerde, kullanılan metafizik ve tasavvufî metaforların mâ-nâlarının, tamâmıyla cismânîlik boyutlarına indirgenerek anla-şılmaya çalışıldığı görülmektedir. Esâsen bütün bir tasavvuf edebiyâtı ve düşüncesi, anlamı bu tür farklı yerlere taşıma te-şebbüslerinden târihte çok çekmiş ve hâlen de çekmektedir. Metaforik / sembolik anlatımdaki bu hassas kayma noktasını iyi bilen sûfî şâirler, metafizik bir referans taşımayan şiiri, içi boş bir söz yığını olarak değerlendirmişlerdir. Yâr, sevgili, dilber, zülf, içki, kadeh, dudak vb. metaforlarla dolu bir şiirdeki bu gibi sembollerin karşılıklarını hep cismânî âlemde arayanlar, dünyâları çok sığ olan ham şâirler olarak nitelendirilmişlerdir. Yâni Niyâzî-i Mısrî'nin: “Bu fenâ gülzârına tâlib olanlar anlamaz / Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” (N. 179/2) demesi boşuna değildir.

İşte tam da bu noktada, tasavvuf erbâbının kendilerine has bu metaforik dili kullanmalarının temelinde yatan ana sebeplerden biri ortaya çıkmış oluyor: Gerçekten çok değerli olan mânevî bilgileri, ehil olmayan câhil cühelâdan saklayarak yüce hakîkatlerin zâyi edilmesini engelleme ve bu tür kimsele-rin sataşmalarından, hattâ zulümlerinden emin olma kaygısı. Ayrıca sırrı ifşâ etme endişesi ve sûfîlerin, mânevî tecrübe yoluyla elde ettikleri yüksek irfânî hakîkatleri ifâde etmek için başka bir yol bulamamaları da bu tür bir anlatımda etkili olmuştur. Bâzen de vecd ve istiğrak hâlinin sarhoş edici etkisi altında kalan sûfî, farkında olmaksızın ya da kendini tutamayarak böyle ifâdelere başvurmuştur.

Mutasavvıfın yaşadığı rûhî ve mânevî halleri yansıtan birer araç konumundaki metaforların çözümlenmesi, esâsında sâdece onun hayâl ve bilgi dünyâsını yansıtması açısından değil, eşyâ ve insanla ilgili değerleri nasıl algıladığını göster-mesi bakımından da önemlidir. Konumuz olan dört sûfî şâir de kendi gönül dünyâlarını, görüp tanıdıkları insan tiplerini, Cenâb-ı Hakk'a âit yüce hakîkatleri ifâde etmek için hep yaşa-dıkları coğrafyada, mekânda, çevrede yer alan ve herkesin zihninde kolayca yer edebilecek ve anlaşılabilecek olan nesnel objeleri kullanmışlardır. Bu, yerine göre bir taş, dağ, bitki veya hayvan olmuştur; yerine göre bir göl, çay, ırmak, deniz veyâhut da güneş, ay, yıldız ya da bir eşyâ.

Çoğu sûfî ekol, şâir ve düşünürde olduğu gibi, söz konu-su dört mutasavvıfın Dîvan'larında da, anlamları daha önceden teşekkül etmiş bâzı mânevî semboller kullanıldığı görülmekte-dir. Yâni birinin açmadığı bir anlamı diğeri açıklamış ve böyle-ce birbirini tamamlayan bir metaforik anlamlar zinciri ortaya çıkmıştır. Böylece, metaforik anlatım bakımından Yûnus Emre çizgisi, bu dört sûfî şâir elinde daha da gelişip şekillenmiş, tekâmül etmiştir. Bu duruma, Vâhib-i Ümmî, Yûnus'un nûr-ı Muhammedî'yi ifâde etmek için kullandığı ve benzer bir üslûpla ele alıp yorumladığı nur dağı metaforu örnek verilebilir.

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat